Behzat Ç Ankara’da geçiyor. Deniz yok. Çok güzel bir şehir. Kuğulu Park ayrı güzel…

featured

On yıl önce eylül ayında bir pazar akşamı Star TV’de yayınlanmaya başlayan “Behzat Ç.” adlı dizi (esin kaynağı Emrah Serbes’in, ‘Her Temas İz Bırakır ‘ adlı romanıydı) kısa sürede başlangıçta tahmin edilenden çok daha büyük bir seyirci kitlesine kavuşmuştu. Ben de ilk bölümünü laf olsun diye seyredip sonrasında tüm bölümlerini, günü ve saatinde hemen hiç kaçırmadan takip ettim. Eşe dosta da önerdim, aralarında epeyce müdavimi oldu.

Behzat’ın Gençlik Parkı’nda sevdiği kadın Bahar’a, Cemal Süreya’dan esinle “biz de mutsuz olalım” diyerek evlilik teklif ettiği bölümün akşamında oturup dizi hakkında iki satır yazmıştım. Bir arkadaşım tarafından Ekşi Sözlük’te yayınlanan bu yazı, bir yıl sonra başka bir vesileyle “Behzat Ç. Ankara’dır” başlığıyla Radikal İki’de çıkmıştı. Özetle, Behzat Ç. dizisiyle aramda duygusal bağlar var! Şimdilerde yeniden gösterilen dizi hakkında zaman zaman ‘berbat bir dizi’ gibi yorumlara rastlıyorum ki, onlara söyleyebileceğim şey “Hadi canım” olur! Behzat Ç. kırmızı çizgim!

Senaryo ve oyunculuklar dışında her yönüyle ‘amatör’ sıfatını hak eden ve ister o günden ister bugünden bakın özellikle ‘karakolda işkenceyi’ meşrulaştıran (suçlu insan mı ki insan hakkı olsun, ifadesiyle özetlenebilecek yaygın kanıyı güçlendiren!) dizi, karakterleri ve kullanılan iç-dış mekânlarıyla Ankara’yla özdeşti benim için. Şunları yazmışım:

“Behzat ve diğer karakterler, Ankara’nın ta kendisi… Ankara’da yaşıyor olmaktan hoşnutlar; çirkin, savruk, kaba sabalar ama iyi insanlar aslında ve hatta Behzat, farkında olmasa da ‘biraz’ solcu. Polise benziyorlar. İstanbul dizilerindeki gibi üçgen vücutlu ve çok mecbur kalmadıkça AB’ye uyumlu değiller. Eğer siyasi büroda çalışıyor olsalardı bu adamlar, midemiz bulanacaktı hiç kuşku yok ama cinayetteler işte! Gecekondu benzeri salaş dairelerde yaşıyorlar. Yüzleri pudrasız, kıyafetleri kendileri kadar sıradan. Birbirlerini seviyorlar ama kabalıklarından ödün vermeden… Ulus, Kızılay, Atakule… Kız Kulesi ya da Ayasofya manzarası gözüne sokulmayınca seyredenin, geriye kişileri görmek kalıyor. İstanbul dizilerindeki gibi şehrin tüm yoksulları deniz kenarında çay kahve içip Arnavutköy, Balat kıyısında buluşmuyor. Yoksullar, yoksula benziyor ve öyle yaşıyor. Behzat tüm sorunlarına ve hırçınlığına rağmen, inatla iyi adam. Uyandırdığı kızgınlığın hemen ardından hüznü de yaşatıyor insana, eninde sonunda sevdiriyor kendisini. Ankara gibi… Uzun cümlelere ağdalı sözlere tenezzül etmiyor, kendisini beğendirme kaygısı da yok. İster sev ister sevme, umrunda değil. Ama sevdiğiyle mutsuzluğa razı, mutsuz etmeye de. Bahar’ı severken de, Esra’yı severken de… Her ne yaşıyorsa, biz onun yüzündeki çizgiden, şişeyi tutuşundan ya da nadir utangaç gülümsemesinden anlıyoruz. Uzunca anlatıp bizi sıkmıyor, kendisiyle meşgul etmiyor insanları. Bu yüzden de herkes onunla meşgul olmanın kıymetini biliyor. Behzat’ın değeri, kibirlenecek bir şeyi olmamasında… Behzat çirkinliğiyle, hırçınlığıyla, griliğiyle, kollayıcılığıyla, mahcubiyeti ve içtenliğiyle benziyor Ankara’ya. Sev ya da sevme, ama her ne hissedersen hisset adam gibi yaşa diyor seyredenine, başkasına yük olmadan… Mutlu olur ya da olmazsın, şart değil…”

Ankara’da yaşayıp orayı sevenler İstanbul karşılaştırmasından da, yaşadıkları şehrin griliğinin hatırlatılmasından da (ki gri değildir!), ‘siz orada nereye gidiyorsunuz ki?’ benzeri bezdirici sorulardan da çok sıkılır. Hele ki ‘Ankara’da deniz olmadığını’ söyleyen ve bunu müthiş bir tespitmişçesine dile getirenlerden. Muhterem okur aramızda kalsın, Ankaralılar Ankara’da deniz olmadığını biliyor! Sizi ikna edemeseler de gerçek bu. Ankara sevenler bir ömür tuhaf bir biçimde Ankara’yı neden sevdiklerini İstanbul ahalisine anlatmaya ve deniz olmayan şehirlerde de mutlu olunabileceğini kanıtlamaya çalışıyor gibi. Seviyoruz, zorla mı!

Uzun süredir (tabii salgının da etkisiyle) gidemedim Ankara’ya. Çok özledim ki, yeniden Behzat Ç.’ye başladım. Hani şu, seyredenlerin bir anda cinsiyet değiştirdiği paralı kanalda! İnsan Kızılay’ı, Ulus’u, Sıhhiye’yi, Dikmen vadisi gecekondularını görünce mutlu olur mu, olur tabii.

Bu yazıyı yazdıran ise, diziyi seyrederken son on yılda yaşadıklarımızı, Türkiye’deki büyük dönüşümü iyiden iyiye fark etmem oldu.

Hayli zamandır, özellikle Gezi aylarından itibaren hatırladığım huzurlu, endişesiz, olağan tek bir gün olmadı sanki. Tüm yönetim ve yönetim dışı dişliler sıradan insana aklını kaybettirmeye ve onu ölesiye mutsuz etmeye yeminli gibi. Aşağılanmadığımız, adaletsizliğe tanık olmadığımız, bir saçmalıkla sınanmadığımız, emekçileri ve kadınları kaybetmediğimiz, zırva aidiyetlerle/iltisaklarla itham edilmediğimiz gün yaşamadık. Öylesine yoğunlaştırılmış bir saçmalık ki deneyimlediğimiz, doğrusu tarihleri, olayları, isimleri karıştırır haldeyim. Aklı başında bir toprakta, insanların beş dakika tahammül edemeyeceği rezaletler günlük yaşamımızın parçası oluverdi. Bu satırları yazdığım gecenin öncesinde, Sağlık Bakanı Keçiören’de saldırıya uğrayan sağlık personeli meselesiyle ilgili akıl almaz bir açıklama yapmış, bir kadın cinayeti haberi daha gelmiş, MHP’li biri çok şey borçlu olduğumuz hekimlerimizin ‘birliğini’ terörle bağlantılandıran sözler sarf etmiş, Kılıçdaroğlu ise mahalle kahveleri için hijyenik iskambil destesi önermişti. Bir gün içinde dikkatimi çeken haberler bunlar, daha kim bilir neler oldu!

Bu akıl dışı ve son derece yıpratıcı gündem içinde insan, olup biteni tam anlamıyla değerlendiremiyor çoğu zaman. Hızlı geçiyor yıllar. Biraz uzaklaşıp bakmak gerekiyor sanırım. Behzat Ç.’yi ikinci kez seyrederken düşünüyorum geçen zaman meselesini. Memleketin ortalama er kişisinin, ergenlikten ve onun mütemmim cüzü olan küfür kıyametten kurtulamamış hallerini iyi anlatan senaryo ve doğal oyunculuklar bir yana, seçilen konular sanki başka bir çağdan gibi.

O günlerde, bir TV dizisinde trans haklarını ve cinsiyet eşitliği mücadelesini, Cumartesi Annelerini, kadına yönelik şiddeti, emniyet/devlet içindeki yasa dışı örgütlenmeleri, derin devlet ilişkilerini, basın özgürlüğüne yönelik baskıları, sürekli içki içen polisleri, pavyon sahnelerini vs. seyretmek doğal görünmüştü hepimize. Kabul, cesurcaydı ama olmaz da değildi. Bir ara içki sahnelerine gösterilen dışında pek bir tepki hatırlamıyorum. Nitekim Radikal’deki yazıyı da o tepkiler üzerine yayınlamıştım. Şimdi şu cümle dahi nasıl garip hissettirdi! Radikal İki diye bir ek vardı, örneğin…

Bugün bırakın Behzat Ç. gibi bir dizinin çekilmesi ve ulusal kanallardan birinde gösterilmesini, herhalde senaryosunun yazılması dahi hayal edilemez. Oysa yalnızca dokuz-on yıl öncesinden söz ediyorum. Ya da olur da, ‘Diriliş Behzat’ filan koyarlar adını; Harun cumaya gittiği için olay mahalline geç kalır, akşam kebapçıya gidip ayran içerler, Hayalet’i evlendirip üç çocuk sahibi yaparlar, savcı Esra örfümüzle bağdaşmayan özel hayatı nedeniyle açığa alınır filan fıstık… Feci bir medeniyet kaybı söz konusu. Şu cümleyi okuyan birinin, yönelteceği “Ne yani medeniyet bira içmek mi?” sorusundaki garipliğin ona anlatılamayacağı koşulların hâkim olduğu bir kayıp. Bu kayıpta tek sorumlu iktidar ve çevresindeki hale değil kuşkusuz. Fotoğraf çekilirken kadehini masanın altına saklayan zavallı oyuncuların hazin görüntüsü, toplum olduğu iddiasındaki Türkiye kalabalığının ortalamasını temsil ediyor.

Bugüne dek Behzat Ç. seyretmemiş olanlar varsa, hiç olmazsa bir iki bölümüne şöyle bir göz atmalarını öneririm. Nereden nereye geldik, kısacık sürede. Nereye gidebiliriz, kısacık sürede… Hikâye Ankara’da geçiyor. Deniz yok. Çok güzel bir şehir. Kuğulu Park ayrı güzel… (Murat Sevinç-DUVAR)

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir