Dağ eriten Türklerin Destanı Ergenekon ve Nevruz Bayramı

M.S. 2. yy'dan bu yana çeşitli etkinliklerle ve coşkuyla kutlanan Nevruz, Farsça ‘yeni gün’ anlamına gelmektedir. Orta Asya'dan Balkanlara kadar uçsuz bucaksız bir coğrafyada insanlar tarafından farklı şekillerde kutlanmaktadır. Nevruz, her ulusun kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip sembolleştirdiği, özü itibariyle baharın gelişinin kutlandığı coşkuyla karşılandığı bir gündür.

featured

Türklerin (Göktürklerin) Ergenekon’dan demirden dağı eritip çıkmalarını, baharın gelişini, doğanın uyanışını temsil eder. Doğu Türkistan’dan Balkanlara kadar tüm Türk kavimleri ve toplulukları tarafından, MÖ 8. yüzyıldan günümüze kadar her yıl kutlanır.

NEVRUZ NE ZAMAN KUTLANIR?

Nevruz her yıl olduğu gibi bu yılda 21 Mart’ta kutlanacak. Nevruz’un her yıl bu tarihte kutlanmasının ise bir nedeni var. Güneş 21 Mart’a kadar güney yarımküreye daha çok ısı ve ışık verirken, bu denge 21 Mart’ta eşitlenip, daha sonra kuzey yarımküre lehine bozuluyor. Bu nedenle kuzey yarımkürede yaşayan bazı halklar, 21 Mart’ı bütün varlıklar için uyanış ve yaradılış günü olarak kabul edip kutluyor. Anadolu ve Orta Asya Türk halklarında da Göktürklerin Ergenekon’dan çıkışı anlamıyla ve baharın gelişi olarak kutlanır.

NEVRUZ’UN TARİHİ KAYNAKLARI

En eski Türk bayramı olan Nevruz, Türkler aracılığıyla Avrasya’ya yayılmıştır. Eski Doğu geleneklerinin devamı olarak yaşamıştır. Çin kaynaklarına dayanarak Hunların milattan yüzlerce yıl önceleri 21 Mart’ta hazır yemeklerle kıra çıktıklarını, bahar şenlikleri yaptıklarını, bugün Nevruz kutlamalarındaki geleneklerin o zamanda da yer aldığını biliyoruz. Aynı gelenekler, Hunlardan sonra Uygurlarda da görülmüş ve bugüne kadar uzanmıştır. Çağdaş Uygur resminde Uygurların Nevruz kutlamalarını temsil eden tablolar yapılmıştır. Nevruz’u İran geleneğine bağlayan Firdevsi’nin Şehnamesi ve diğer kaynaklar yanıltıcıdır. Çünkü Nevruz hakkındaki bilgiler orada XI. yüzyıldan itibaren görülür. Milâttan önceki yıllarda Nevruz hakkında İran metinlerinde herhangi bir iz ve kayıt yoktur. Ancak Hunlarda bu kayıtlar mevcuttur

Nizamü’l-Mülk de XI. yüzyıl yazarı olarak Siyasetnâme adlı eserinde bu bayramdan söz eder. Bu bayramın aynı zamanda yılbaşı olduğunu belirterek Nevruz geleneklerini anlatır. Aynı zamanın yazarlarından Kaşgarlı Mahmut da Divân-ı Lügati’t-Türk’te Türklerde yıl başlangıcının Nevruz olduğunu ifade eder. Ayrıca, 12 Hayvanlı Türk Takvimi’nin başlangıcının da 21 Mart olduğu bilinmektedir. Selçuklularda Nevruz bayramı eğlencelerinin kutlandığı, şenlikler yapıldığı, özel yemekler pişirildiği, özel hediyeler alınıp verildiği de bilinmektedir. Selçuklularda yılbaşı, güneşin koç burcuna girdiği gün olan Nevruz günü olarak kabul edilmiştir. Osmanlı devrinde de Nevruz, çok canlı biçimde kutlanmaktaydı. Osmanlı ailesini çıkarmış olan Kayı Boyu’na mensup Karakeçililerin, Karakeçili aşireti mensuplarının 21 Mart tarihinde Ertuğrul Gazi’nin türbesi etrafında toplanarak burada bayram yaptıklarını biliyoruz. Bu bayramın bir diğer adı da “Yörük Bayramı”dır. Osmanlı Devrinde 21 mart günü özellikle padişahın yani sultanın nevruz tebriklerini kabul ettiği, halkın Nevruz’unu kutladığı, Nevruz şenliklerinde bulunduğu gün olmak hasebiyle, 21 Mart tarihinin Nevruz-ı Sultanî, yani sultana mahsus, sultan tarafından veya sultanın katılmasıyla kutlanan Nevruz günü olmak bakımından böyle bir isim aldığı söylenilebilir.

Osmanlı devrinde kutlanan Nevruz kutlamaları Cumhuriyetin ilk yıllarında da resmî olarak devam etmiştir. Bu konuda Prof. Dr. Reşat Genç şu bilgileri veriyor: “Geri planlarda bırakılmış ve unutulmaya yüz tutmuş olan Türk insanına kendi kültür kimliğini, kişiliğini, benliğini, hüviyetini kazandırmak hareketi Atatürk’ün başlattığı bir hareketti. Bu ne ile mümkün olurdu? İşte bu, öze dönmekle, kendi kültürel değerlerimize, örfümüze, âdetimize, geleneğimize dönmekle mümkün olurdu. Bu yüzden Atatürk diyor ki “Bilelim ki, kendi benliğine sahip olamayan milletler başka milletlerin şikârıdır”, yani yaşayamaz. O yüzden, yine, Atatürk der ki, “Gençlerimize, çocuklarımıza görecekleri eğitimin hududu ne olursa olsun en evvel ve herşeyden evvel kendi geleneklerine, millî ananelerine ve Türkiye’nin bağımsızlığına düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.” Millî hareketin özü bu. Diğer taraftan kendi kimliği, kişiliği, millî benliği kazandırılmış olan millete çağdaş olma yolunu açıklamak da Atatürk hareketinin temellerindendir.

İşte bu öze dönme, kendi tarihine, kültürüne dönme hadisesi millîciliğin özü idi. Bu yüksek idrakinin icabı olarak , O’nun milli kültür unsurlarının her biri üzerinde, en küçük ayrıntısına kadar çok büyük bir dikkatle durduğunu biliyoruz. Nitekim, Nevruz ile ilgili hassasiyeti bunun bir göstergesi olmuştur. Bilindiği gibi Atatürk 22 Mart 1922 tarihinde Ankara’nın Keçiören semtinde Nevruz şenlikleri düzenletmiş ve kendisi de bu şenliklerde hazır bulunmuştur.

Netice itibariyle görülmektedir ki, kaynağı neresi olursa olsun M.Ö. 3. Yüzyıldan, Mete Han zamanından beri Türklerde var olan bir bayram, bir bahar bayramı geleneğidir. Özellikle 1200 yıldır öbür Türk gruplarının hemen hiç birisi ile ilgisi kalmamış olan Saha yani Yakut Türklerinde Nevruz geleneklerinin izlerinin kuvvetli bir şekilde bugün de var oluşu dikkate değer. Doğrusu, eğer Nevruz batı kaynaklı bir gelenek idiyse, bu, Nevruz bayramının Sahalara kadar nasıl gittiğini ve 1200 yıldır, diğer Türk boylarıyla ilgisi olmayan bu Sahalara nasıl etki ettiğini de tarihî olarak, kaynaklara müracaat ederek açıklamak gerekir. Değilse şimdi kaynak Hunlar olarak veya daha eski bir tarihte Türkler olarak ağır basar görülmektedir. Ama neticesi itibariyle bugün Afganistan’da da yaşatılmaktadır, İran’da da yaşatılmaktadır, Irak’ta, Suriye’de en azından belli kesimlerde ve bütün diğer Türk dünyasında; Çin Seddi’nden Adriyatik’e kadar, Hindistan’dan, Afganistan’dan, Yakutistan’a, Çuvaşistan’a, Tataristan’a, Moldova’ya, Macaristan’a ve Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada bugün canlı bir şekilde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.

DESTANLARDA NEVRUZ İZLERİ

Destanlar, milletlerin din, fazilet ve millî kahramanlık maceralarının şiirleşmiş hikâyeleridir. Destanlar, bir milletin bütün varlığını ifade ederler. Gerek tarih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Destanlar tarihi aydınlatarak fikir ve sanat hayatına kaynak olurlar. Tarihleri bilinemeyecek kadar eskilere uzanan milletlerin ilk çağlarını bize bir takım mitolojik menkıbeler halinde anlatırlar. Bunlar gerçek olmasalar, hatta gerçeğe uymasalar bile, milletlerin kendi millî mazileri hakkında neler bilip neler düşündüklerini haber vermek bakımından önem taşırlar. Ancak destan, tarih demek değildir. Kökü tarihe dayanan, ilhâmını tarihten alan bir halk edebiyatı verimidir. Bazı milletler, millî mizaçları gereğince, destanlarında tarih gerçeklerinden uzaklaşmaz ve halk diliyle söylenmiş birer tarih gibi, destanlarını tarihe uyan bir ifade ile söylerler. Türk Milleti’nin destanlarında bu vasıflar üstündür.

Türk destanlarının İslâmiyetten önce de, İslâmî devirde de öz bakımından aynı karakteri göstermeleri; İslâmî devirdeki Türk destanlarının, sadece değişen bir medeniyet ve yeni bir kültür anlayışının icabı olan değişikliklerin dışında bir farklılık getirmemesi, bütünlüğün bozulmamış olması destanlarımızın özelliklerindendir. Çeşitli ve farklı devirlere ait olmasına rağmen Türk destanları hiçbir zaman dağınık ve birbirlerinden uzak bir halde değildirler. Bu destanlar farklı zaman dilimlerinde hep aynı ülkünün peşindedirler: Dünya yaratılmıştır “Yaratılış Destanı”; insanların çoğalması için “Türeyiş Destanı”. Çoğalan insanlar nereye sığar dersek göç başlar “Göç Destanı”. Varılan ilde bazen de yok olma belası ile karşılaşılır. İşte bu anda “Bozkurt Destanı” doğar. Oğuz Kağan Destanı, bu yeniden dirilen milletin gelişmesi ve yayılışıdır. Ancak su uyur da düşman uyumaz. O zaman Türk, kabuğuna çekilir güç toplar. Şu Destanı ve Ergenekon destanı, bu ebedî gücün toplanışıdır.

Toprağın önce yağmur sularıyla sulanarak ardından da karın beyaz örtüsü altında kısa bir ölüm uykusuna yatıp ilkyaz ile yeniden doğması , Türk destanları içinde karşılığını Ergenekon’da bulmuştur. Nevruz kutlamalarının bir diğer adı da “Ergenekon Bayramı”dır. Bu isim geçmişten günümüze kadar hâlen çeşitli Türk boyları arasında canlılığını koruyor. Bu bayram aynı zamanda milletin destanların gücüyle birbirlerine olan güven bağını güçlendiriyor. Ergenekon da böyle bir gelenektir. Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türk’ünde naklettiği Ergenekon menkıbesi eski Çin kaynaklarının verdiği tarihî olayların bir yankısıdır. 400 yıl dört tarafı yüksek dağlarla çevrili bir vadide kalan Türk’ün yaşama kavgasıdır. Ergenekon’dan bir bahar günü tekrar ata yurduna döndüğünde hürriyetini, istiklâlini tekrar kazanmış dosta, düşmana Türk’ün varolduğunu tekrar duyurmuştur.

İşte o gün 21 Mart günü, “İstiklâlin kazanıldığı” kurtuluş günü Türkler’de bir geleneğin doğmasına sebep olmuştur. Türk milleti için bu derecede önem kazanan destanı her Türk genci çok iyi bilmelidir. Çünkü geçmişten günümüze kalan bu miras, karşımıza aldatıcı maskelerle çıkacak farklı iddialara doğru cevaplar vermemize yardımcı olacaktır.

Bu destan, Gök Türkler’in en büyük destanıdır. Türk destanları arasında müstesna ve çok mühim bir yeri vardır. Destana göre Ergenekon, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları; etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, mukaddes bir toprağın adıdır.

Ergenekon Destanı, çoğu kaynaklara göre Büyük Hun Devleti döneminde teşekkül etmiştir. Hatta, ÇianKen’in M.Ö. 119 yılında, Çin imparatoruna sunduğu bir raporda, bu destandan söz ettiği bilinmektedir.

Ergenekon Destanı ile Gök Türkler’in tarihi arasında açık benzerlik vardır. Herşeyden önce Hun birliğinin dağılışından Gök Türk devletinin kuruluşuna kadar geçen 450 yıllık zamanla, destandaki 400 yıl birbirine çok benzemektedir.

Büyük Hun birliğinin Çinlilerle birleşen bozguncu boyların hücumu ile dağılıp yok oluşu sırasında Altay Dağları çevresine göçen Gök Türkler’in hikâyesi, destanda Kayıhanlı ve Dokuz Oğuzların göçü olarak anlatılır. Ergenekon Destanı; bir bakıma, Gök Türkler’in doğuş destanıdır. Bu destan ilk defa 13. Asırda tarihçi Reşîdüddin tarafından yazıya geçirilmiştir. Yazarın “Câmiü’t-Tevârih” adlı kitabına kaydettiği bu rivayet, Farsça yazılmıştır.

Destanların milletlerin şekillenmesinde önemli bir yere sahip olduğundan bahsetmiştik. Özellikle son yıllarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolulu bir kısım kişiler Ergenekon destanında yansımaları olan Nevruz bayramını vesile ederek bölücülüğe yeltenmektedirler. Aslında Türk’ün dirilişinin ve milliliğinin ifadesi olan Nevruz’u Kürt bayramı gibi tanıtmaktadırlar. Bu iddialarında ise delil olarak “Demirci Kava Destanı”nı esas almaktadırlar. Onlara göre bu günde (21 Mart’ta) Demirci Kava’nın önderi olduğu Kürtler Dahhak’a karşı ayaklanarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Bu iddialarını sabitleştirmek için bazı piyesler de kaleme almışlardır. Mesela Kemal Burkay imzasıyla yayınlanan “Dehak’ın Sonu” bunun bir örneğidir.

Bu destan Ergenekon Destanı ile paralel olarak düşünülerek Kürtlerin doğuşu için bir kaynak olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Kava Destanı’nın Ergenekon Destanı’nın değişik bir rivayeti olduğuna ise hiç dikkat çekilmemektedir. Ayrıca bu destanın bir benzerine de Dede Korkut’taki “Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü Destan”da rastlıyoruz. Ergenekon Destanı’nın 13. Yüzyılda ilk defa Farsça olarak yazıya geçirildiğinden bahsetmiştik. Kava Destanı ile ilgili ilk yazılı rivayet Firdevsî’nin “Şehnâme”sinde ve Şeref Han’ın “Şerefnâme”sinde yine Farsça olarak yazılıdır.

Peki Firdevsî kimdir? Şehnâme’yi niçin yazmıştır? Ve nasıl olur da kaynağını ancak XI. Yüzyıla indirebildikleri bir destan parçası ile Nevruz bayramı özdeşleştirilebilir? Bu soruların cevaplarını tarihin yazılı kayıtlarında kolayca bulabiliyoruz.

Firdevsî dağılmaya yüz tutan Fars birliğini yeniden bir araya getirmek için, otuz yıl emek vererek manzum bir eser yazar. Bu eser Şehnâme (Şahnâme) adını taşır. Altmış bin beyit tutarındaki bu eser, İran’ın milli destanı olarak kabul edilir. Defalarca yayınlanır ve kısa zamanda dünyanın sayılı klasikleri arasına girer. Şehnâme’deki mücadele dışa dönüktür. Firdevsî, eserini bir çok tarihî olaya, efsane, menkıbe, rivayet ve hayal unsuru motiflerle süsleyerek, Fars ırkının, Arap ve daha ziyade Türk ırkından üstün bir ırk olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu destanda mücadelenin büyük bir bölümü Türkler’e karşı verilmiştir. Nitekim bu durum, Türklerin “Buku” veya “Buka Han” dedikleri “Alp Er Tunga” destanda “Afrasyab (Efrasiyab)” adıyla karşımıza çıkar; İran Şahı Keyhüsrev tarafından tuzağa düşürülerek, hile ile öldürülür. Onun ölümüyle birlikte Farslar kendilerine göre dolayısıyla büyük bir belâdan kurtulmuş olurlar. Bu günü kurtuluş günü kabul edip, bayram yaparlar. Bu bayram bildiğimiz Nevruz bayramından başka bir şey değildir. Daha sonraki asırlarda tarihe mal edilecek olan Kava ve Dahhak gibi şahısların varlığı da yine bu eserdeki efsanelerden kaynaklanır.

Böylece Firdevsî Nevruz’u İran geleneğine bağlamaya çalışır. Ancak onun kaynağının tarihi ancak XI. Yüzyıla kadar inebilmektedir. Ayrıca Kava Destanı, Türk destanları ile çok benzerlikler göstermekte ortak noktalar taşımaktadır.

Her iki destanda; müşterek olup önemli yer tutan unsurlar, şöyle gösterilebilir:

1. Çadır hayatı
2. Düşman saldırısı
3. Esaret
4. Esaretten kurtulmak
5. Dağlara sığınmak
6. Hayvan beslemek
7. Çoğalmak
8. Demircilik sanatı
9. Ateş yakmak
10. Yayılmak, göç etmek
11. Bayrak dalgalandırmak
12. Yeni bir hükümdarın başa geçmesi
13. Düşmandan intikâm almak
14. Huzura kavuştukları günü “bayram” olarak kutlamak.

Gerek Demirci Kava, gerekse Ergenekon Destanı’ndaki ortak noktalar içinde özellikle “Demircilik sanatı” üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak dikkatimizi çekmektedir. Bilindiği üzere demirin Türk kültür ve medeniyeti tarihindeki yeri, çok eskilere dayanmaktadır. En aşağı, M.Ö. 1400’lerde Altay’ların batısında bol miktarda demir elde edilmekte olduğunu söyleyen W. Ruben; “tarihî vesikalara dayanarak bu eski Türk sahasını demir kültürünün doğduğu yer kabul etmekte zaruret vardır.” Demektedir.

M.Ö. 1022 yılına ait kayıtta, “lüks kılıç” anlamında bir “kingluk” kelimesi, “Hunların eski ecdadının sözü’ olmak üzere M.Ö. 47 yılında yazılan bir Çin kaynağında zikredilmiştir. Fr. Hirt, bu sözü Türkçe’de “iki yüzlü bıçak” anlamında, bugün dahi kullanılan “kingirlik” kelimesi ile birleştirmiş ve bunu “tarihte kayıtlı en eski Türkçe kelime” olarak kaydetmiştir.

Gök Türkler sahasından İran sahasına, mesela Horasan’a “demir levhalar’, “karaçori’ ve “bilgatekinî” denilen güzel kılıçların ihraç olunduğu bilinmektedir. İran destanı bile, Türkleri en eski zamanlardan beri bir “çeliğe bürünmüş” millet olarak anlatır.

demircilik geleneği’dir. Oğuz Kağan Destanı’nda; “canavar geyik yedi, ayı yedi. Çıdam onu öldürdü. Demir olduğundandır” diyen Türkler, insanı başka mahlûklara ve başka insanlara hâkim kılan silahın kıymetini elbette çok iyi biliyorlardı. Ergenekon Destanı’nın en önemli motiflerinden biri de, kuşkusuz bu “

Gök Türkler’in demirden bir dağ eritmeleri, bunu yapan kahramanlarını da “demirci” sözüyle ebedîleştirmeleri bu yüzden önemlidir. O kadar ki Türkler, bu günü bayram bilmiş; Ergenekon’dan çıktıkları günün yıldönümlerini tiyatroyu andırır temsilî törenlerle kutlamışlardır. Bu törenlerde, ocakta kızdırılmış demirleri örs üstüne koyup iri çekiçle döverek asırlarca Avar’lara silah yapan ve bu silahlarıyla Türk illerinde büyük hakimiyet kuran atalarını, hep saygıyla anmışlardır. Nitekim, birçok Türk boyları demiri mukaddes saymışlar, üzerine and bile içmişlerdir.

Arapların “hakiki Türk” dedikleri Hakanlı Türkler, kendilerini soy itibarıyla bir “demirci millet” olarak tanımışlar, hükümdarları demirciliği kutlamışlar ve demircilik sayesinde esaretten ve zulmetten kurtulduklarına inanmışlar, onlara Çinliler de Cucen (Avar)lerin demircileri demişlerdir.

Gök Türk devletini kuran Bumin Kağan ile İstemi Kağan “demirci” idi. Özbek Türkleri’nin şahları arasında da demirciler vardır.

Yukarıdan itibaren vermiş olduğumuz bu bilgiler ışığında Kürtleri Dahhak’ın zulüm ve esaretinden kurtaran Kava’nın da bir “demirci” olması, bu bakımdan önemlidir. Kava, sıradan bir demirci değil, tıpkı Gök Türkler’de olduğu gibi, demirden savaş araç ve gereçleri yapan bir sanatkârdır. Kava’nın kimliği hakkında Ferhengi Ziya/Gencine-i Güftar’da bu yönde bilgiler verilir. Bu isme ilk defa İranlı Firdevsi’nin “Şehnâme”sinde rastlanmıştır. Ondan önceki eserlerde bu isim yoktur. Şehnâme’de Kava’nın kimliği ve milliyeti hakkında hiçbir bilgi verilmediği halde bir takım Kürt kaynakları bu kahramanı sahiplenerek kendilerine uydurma bir tarih oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu konuyla ilgili ilmî bilgiler de mevcuttur. Arthur Christensen’in öne sürdüğü iddia bir hayli ilgi çekicidir. Ona göre, Kava, Sasanîler (M.S. 226-642) döneminde ortaya çıkmıştır. Kava’nın adı bu devirde duyulmaya başlamış ve Dahhak Efsanesi’ne dahil edilmiştir. A. Christensen’in görüşü aslında bir gerçeği ifade etmektedir. Bu da şudur ki, Demirci Kava, Gök Türkler devrinde yaşamıştır. Bu bilgilere göre Demirci Kava’nın İran soyundan değil, Türk soylu bir kahraman olduğu ortaya çıkmaktadır. Kava, İran-Turan (Türk) savaşlarına sahne olan bir coğrafyada, zulme ve zorbalığa karşı direnen ve başkaldıran bir önderdir. Her iki destan da aynı coğrafyada kaleme alınmış, aşağı yukarı aynı asırlarda derlenmiş ve her ikisi de zamanın geçerli yazı dili olan Farsça ile yazılmıştır. Motifler hep aynıdır.

Aslında, Ergenekon Destanı, çok daha gerilere dayanmaktadır. Hunlar devrindeki bazı Çin kaynakları Ergenekon Destanı’ndan haberler vermektedir. Bu bilgilere dayanarak Demirci Kava’nın yaşadığı devri Hun’lar çağı olarak düşünebiliriz. Hun Türkleri’nin bir kahramanı olarak Kava, Türk boyları ve kavimlerinin muhayyilesinde hep canlı olarak yaşamış ve unutulmamıştır. Bu düşünceyi kuvvetlendiren bir diğer kaynak ise Hunlara ait Oğuz Kağan Destanı’nda, “Tömürdü Kağul” adı ile karşımıza çıkan kahramanda şekillenir.

Destana göre; Oğuz Kağan, Çürçet Kağan üzerine yürürken, yolda bir ev görmüştü. Bu evin duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ise demirdendi. Bu demir çatıyı ancak, Oğuz ordusundaki Tömürdü Kağul adlı bir “demirci” açmıştı. “Tömür”, “demir”, “tömürdü” demirci demektir. Tömürdü Kağul da, Demirci Kağul anlamındadır.

Günümüze kadar gelebilmiş destan parçalarından hareketle Nevruz hakkında ortaya atılan iki görüşe rahatça cevap verebiliyoruz. Bu görüşlerden birincisi; Türklerde bahar bayramı (Nevruz), bilinebilen en eski zamandan beri Türklerin bayramıdır ve onlar vasıtasıyla bütün Asya’ya ve Avrupa’ya (Avrasya) yayılmıştır. İkinci görüş; bu bayram İran menşelidir, eski İran efsaneleriyle bağlantılıdır. Her iki görüşe Prof. Dr. Reşat Genç’in sözleriyle cevap vermek yerinde olacaktır: “Eğer İran’da da, Hunlarda olduğu gibi milattan önceki yıllarda Nevruz bayramı olsaydı, milattan sonra XI. yüzyıla gelmeden önceki İran metinlerinde de bunların izlerinin bulunması gerekmez miydi?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir